Ana içeriğe atla

Danimarka 1992: Tatilden Dönen Şampiyon


1992 Avrupa Şampiyonası, her anlamda çok özel hikâyeleri ve anektodları içinde barındıran özel bir turnuva... Avrupa uluslarının modern zamanlara geçişinde çok kritik bir eşiğin üzerinde duran bu turnuva, bir çok sosyal ve politik konunun gölgesinde, yeni katılımları, yeni sınırları beraberinde getiriyordu. Bunlardan ilki, Avrupa tarihini önemli boyutta değiştiren Berlin Duvarının yıkılması olayıydı. 1989'un Kasım ayında yıkılan ve yıkılmasıyla beraber Almanya'nın Doğu ve Batı bloklarının birleşmesine neden olan bu olay, bir anlamda Dünya ve Avrupa'nın üzerindeki demir perdenin açılmasındaki önemli adımlardan ilkiydi. Ayrıca bu yıllar, gelişen sermaye piyasası ve liberal para politikasının Dünya üzerinde etkisinin hadsafhaya çıktığı yıllardı. Dönemin iki önemli gücü Amerika ve İngiltere'nin Reagan ve Thatcher yönetiminde, Varşova paktı ülkeleri üzerinde uyguladıkları politikalar ve Demir perdenin yıkılması için sistematik biçimde sisteme soktukları bir dizi yıldırmalar, en nihayetinde dönemin Sovyet lideri Gorbaçov'u ve Sovyet kimliğini çaresiz bırakmış, nitekim Azerbaycan, Estonya, Litvanya ve Letonya gibi Doğu bloku ülkeleri Sovyetlerden bağımsızlığını ilan ediyordu. Avrupa'nın sınırları yeniden yazılıyordu ve bunu Avrupa'nın kıtasal anlamdaki en önemli uluslararası turnuvası olan Avrupa Şampiyonasını da ciddi anlamda etkileyecekti.

Bu değişmelerden ilki Almanya'nın birleşimi noktasında oldu. 5. Grupta aynı grubu paylaşan Doğu ve Batı Almanya'dan, Doğu Almanya ülkenin birleşme kararı göz önüne alınarak elemelerden çekilerek Almanya Milli Takımına katılıyordu. Bu Doğu Almanya'nın Andreas Thom, Thomas Doll ve belki de Doğu Alman futbol tarihinin en önemli oyuncularından olan Mathias Sammer gibi oyuncularının Almanya Milli Takımına katılması anlamına geliyordu. Öte yandan Sovyetler Birliği elemelere kendi ismiyle katılsa da sonradan bu durum değişecekti. Tüm bu özellikler bir araya geldiğinde, turnuva belki de en farklı elemelerinden birine giriyordu. Öte yandan bu gergin atmosferde, bir de ev sahibi belirlenmesi gerekiyordu. En son 1958 Dünya Kupasına ev sahipliği yapan İsveç, 1992'nin de ev sahibi olmak üzere aday olmuştu. Nitekim UEFA tarafından ev sahibi olarak seçilen İsveç ev sahibi olmakla kalmıyor, tarihinde ilk defa bir Avrupa şampiyonasına katılma hakkı elde ediyordu. 1990 Dünya Kupası arifesinde başlayan eleme gruplarından 1. Grup, Fransa, Çekoslovakya ve İspanya'yı bir araya getirmesi bakımından ilginç bir gruptu. Fransızların Jean-Pierre Papin ve Eric Cantona gibi yıldızları vardı ve katılamadıkları 1988'in ardından, 1992'de boy göstermek istiyorlardı. Nitekim 8 maçta 9 gol atan Papin'in de önemli katkılarıyla turnuvaya katılmaya hak kazanan taraf Fransızlar oldu. 2. Grupta İskoçya ve Romanya'nın dışında İsviçre, Bulgaristan ve ilk defa Avrupa Şampiyonası elemelerine katılan San Marino vardı. Grubu İsviçre'nin önünde tamamlayan İskoçya, Avrupa Şampiyonasına ilk defa katılmaya hak kazanan bir diğer takım oldu. Sovyetler Birliği ve İtalya'nın olduğu 3. Grup, siyasi anlamda zor bir süreçten geçen Sovyetlerin, namağlup turnuvaya gitmesiyle sonuçlandı. Yıldız oyuncusu Roberto Baggio'yla turnuvaya gidemeyen İtalya, 1988 Yarı Finalinde olduğu gibi Sovyetlere mağlup oldu. 5 ve 6. grupta yeni birleşmiş Almanya ve grubu Portekiz'in 2 puan önünde tamamlayan Hollanda lider çıkarken, İngiltere'nin turnuvaya katılmaya hak kazandığı 7. grup, Milli Takımımız için tam bir hüsrandı. Çıktığı 6 maçta galibiyet alamamasının dışında, bu elemelerde tek gol atabilen Türkiye, grupta özellikle İrlanda'ya karşı ciddi mağlubiyetler aldı. Piontek'in öğrencileri için 1990 Elemelerindeki kalburüstü performans tekrarlanamamıştı. Gelelim turnuvanın kaderini değiştiren 4. gruba... 4. grup, Yugoslavya ve Danimarka'nın birincilik için mücadele ettiği gruptu. Yugoslavya'nın Darko Pancev'in iyi performansıyla perçinlediği ciddi bir üstünlüğü vardı ve nitekim gruptan 1 puan farkla çıkan takım Yugoslavya olmuştu. Danimarka, Sepp Piontekle birlikte 1980'lerde futbolda çıkışa geçen ve 1984'te Avrupa Şampiyonası yarı final başarısı göstermiş bir takımdı. 1988'e de katılan Danimarka, üst üste üçüncü turnuva katılımı isteğinde Yugoslavya'ya mağlup olmuştu. Ancak Danimarka için, kader ağlarını yeniden örecekti. Yugoslavya, o dönem ciddi bir politik krizden geçiyordu ve kanlı bir savaş söz konusuydu. Bölgedeki bağımsız uluslar yeni devletler kurma isteğindeydi ve Yugoslavya'nın sosyalist merkezi otoritesi otoritesini korumak için bunu bir savaşa dönüştürmüştü. Bu olayın yaptırımları konusunda bir araya gelen Birleşmiş Milletler, 757 sayılı kararıyla Yugoslavya Federal Cumhuriyetini spor ve kültürel aktivitelerden men ediyordu. Bu durum, 4. grubu 2. tamamlayan Danimarka'nın turnuvaya katılım hakkı elde etmesi demekti. Kararın alındığı 30 Mayıs 1992 tarihi itibariyle turnuvaya 11 gün vardı ve turnuvanın elemeleri Kasım ayında tamamlanmıştı. Yani Richard Møller-Nielsen ve öğrencileri için toplanarak turnuvaya gitmek ciddi anlamda büyük bir zorluktu. Danimarkalıların son dönemde yetiştirdiği oyuncularla birlikte Schmeichel ve Laudrup kardeşlerin merkezinde olduğu iyi bir kadrosu vardı. Ancak kardeşlerinden büyük olan Michael Laudrup, Nielsen'in çağrısına itibar etmeyerek, turnuvaya gitmemeyi tercih ediyordu. Danimarka, tam anlamıyla "tatilden dönen takımdı."

Bu şartlar altında Danimarka ve diğer 8 takım turnuvaya gitti. Turnuvaya katılmaya hak kazanan Sovyetler Birliği'nin aynı zaman dilimi içerisinde dağılmasının bir sonucu olarak turnuvaya son kez bir bağımsız milletlerden kurulan bir kadroyla katılma kararı alan Sovyetler, Bağımsız Devletler Topluluğu (kısaltımı: B.D.T) ile turnuvaya katıldı. Nitekim grupların da belirlenmesiyle beraber, 1992 Avrupa Şampiyonası İsveç ve Fransa'nın karşı karşıya geleceği açılış maçıyla başlıyordu. İki gruptan ilki olan A grubu, İsveç, Danimarka, Fransa ve İngiltere'den oluşuyordu. Kağıt üzerinde Avrupa futbolunun lider iki ülkesi olan Fransa ve İngiltere favori olarak gözükse de, büyük bir sürpriz yaşayacaklardı. Grupta ilk maçlarda İsveç ve Fransa'nın dışında, İngiltere ve Danimarka da beraber kalıyordu. İkinci maçlarda oynanan Fransa - İngiltere maçında da eşitlik bozulmuyor, golsüz beraberlikle biten maçın ardından birer puan paylaşılıyordu. İkinci maçında İsveç'le karşılaşan Danimarka, rakibine Parma'nın önemli oyuncusu Tomas Brolin'in attığı golle mağlup oluyor ve gruptan çıkma şansını zora sokuyordu. İşler son maça kalmıştı. Aynı saatte oynanan iki grup maçından İsveç ve İngiltere'yi karşı karşıya getiren maç, David Platt'ın 4. dakikada attığı erken golle, İngiltere'nin üstünlüğüyle başladı. Dakikalar ilerlerken, Jan Eriksson'un 51. dakikada attığı gol durumu eşitliyordu. Ev sahibi İsveç bu dakikalarda momentumu arkasına alan taraftı ve Tomas Brolin'in 82. dakikada attığı golle, grubunu lider tamamlamaya hak kazanıyordu. Diğer yandan Malmö'de oynanan maç da benzer bir rekabete sahne oluyordu. Danimarka, talihsiz bir yöntemle turnuvaya gelmenin eksikliğini yaşayan taraftı ve belki de o güne kadar turnuvaya hazırlıklı gelen bir takım da ciddiyetle bakmıyorlardı. Ancak Fransa maçı, onlar için işleri değiştiği nokta olacaktı. 8. dakikada Henrik Larsen'in golüyle öne geçen Danimarka, Papin'in 60. dakikadaki golüne engel olamıyor, ancak bu onları maçtan koparmıyordu. 78. dakikada Poulsen'in içeriye çevirdiği topta topu sol kenardan kaleye gönderen Elstrup, Danimarka'yı 2-1 öne geçiyordu. Maçın sonuna değin skoru tutmayı başaran Danimarka, galibiyeti koruyordu. Bu skor, gruptaki iki İskandinav ülkesinin Yarı Finallere hak kazanması anlamına geliyordu ve işler Danimarka için çok değişecekti. Öte yandan Fransa ve İngiltere, iyi jenerasyonlarına rağmen bu turnuvadan da hüsranla ayrılıyordu. B grubuna geçildiğinde, Hollanda ve Almanya'nın dışında, İskoçya ve Bağımsız Devletler Topluluğu bu gruptaydı. İlk maçlar Hollanda'nın, İskoçya'yı yenmesi ve Almanya'nın BDT karşısında Thomas Haßler'in son dakika golüyle beraberliği kurtarmasıyla tamamlandı. İkinci maçlarda, bu kez taraflar değişiyor, Almanya İskoçya'yı 2-0 mağlup ediyor, Hollanda ise BDT ile golsüz beraber kalıyordu. Son maçlara gelindiğinde Hollanda ve Almanya'nın dışında, BDT'nin de yarı final şansı vardı. Ancak, Hollanda'nın Rijkaard, Witschge ve Bergkamp'ın golleriyle bulduğu 3-1'lik galibiyete rağmen, İskoçya BDT'yi 3-0 mağlup ediyor ve lider Hollanda'nın ardından gruptan çıkan diğer takım Almanya oluyordu. 

Yarı finallere geçildiğinde, eşleşmeler belirlenmişti. A grubunun lideri İsveç, B grubunun ikincisi Almanya ile eşleşirken, B grubunun lideri Hollanda, A grubunun ikincisi Danimarka ile eşleşmişti. Maçlardan ilki Solna'da ev sahibi İsveç ve Almanya arasında oynandı. Son Dünya Kupası şampiyonu Almanya tecrübe ve kadro kalitesi, İsveç ise ev sahibi oluşu yönünden avantajlıydı. Nitekim maç da bu parametreler çevresinde, denk bir mücadele içerisinde geçti. Thomas Haßler'in 11. dakikada attığı golle öne geçen Almanlar, 59. dakikada Karl-Heinz Riedle ile skoru perçinliyordu. Brolin'in 5 dakika sonra attığı penaltı golü farkı bire düşüyor, Riedle 88'de tekrar farkı ikiye çıkarıyordu. Bu satrançta sıradaki hamle yine İsveç'te idi. Bitime az bir süre kalan, Riedle'nin golünden bir dakika sonra Kennet Anderson'la farkı bire düşüren İsveç, yoğun ısrarına rağmen turnuvaya yarı finalde veda ediyordu. Almanya, 1988'de Hollanda'ya yarı finalde elenmesinin ardından finaldeydi. Öte yandan Hollanda ve Danimarka, Götenborg'ta karşı karşıya gelecekti. Hollanda son şampiyon apoletiyle gelmesinin yanısıra, iyi bir jenerasyonla turnuvaya gelmişti ve bunu grup liderliğiyle kanıtlamıştı. Ancak Danimarka, şans eseri geldiği turnuvada, şans eseri ilerlemiyordu. Henrik Larsen 5. dakikada attığı golle Danimarka'yı öne geçiriyordu. Dennis Bergkamp ile bu gole cevap veren Hollanda'ya karşı, Larsen'in 33. dakikada attığı ikinci golle tekrar öne geçen Danimarka, skoru uzunca bir süre tutmayı başardı. Ancak 86. dakikada ceza sahası içinde yaşanan bir karambolde ortaya çıkan Frank Rijkaard maçı uzatmaya götürüyordu. Danimarka, final konusunda hayli ısrarcıydı. Nitekim ses çıkmayan uzatmaların ardından penaltılara geçildi. İlk penaltılarda golle buluşan Koeman ve Larsen'in ardından penaltı noktasına gelen Van Basten, yıldızı olduğu 1988'in ardından, bu kez işleri Hollanda için bitiren kişi olacaktı. Kaçırdığı penaltının ardından, Danimarka hata yapmıyor, seri penaltı atışlarıyla maçı 5-4 önde tamamlayan Danimarka, Almanya'nın ardından ikinci finalist oluyordu. Danimarka, tatilden geldiği turnuvada, artık finaldeydi.

Almanya, Berti Vogts önderliğinde finaller konusunda daha tecrübeli taraftı ve belki de o gün itibariyle rakiplerinin Danimarka oluşunu bir şans olarak değerlendiriyor olmaları hiç de beklenmedik bir yorum olmazdı. Ancak, Danimarka özellikle Fransa maçından itibaren ciddi bir ivme yakalamış, turnuvanın en iddialı takımlarından olan son şampiyon Hollanda'yı turnuvanın dışına itmişlerdi. Götenborg'daki final, hakem Bruno Galler'in düdüğüyle başlamıştı. Her iki takım da pozisyon bulsa da, Danimarka oyunu soğuk tutma taraftarıydı. 18. dakikada Jensen'in uzaktan kalecinin sol üst köşesine doğru çektiği şut, güzel bir gole dönüşüyor, Danimarka şok biçimde finalde öne geçiyordu. Karşılıklı girilen pozisyonlarla geçen maçta, Danimarka skoru korumayı başarmakla kalmıyor, Vilfort'un 78'de direğe çarparak gol olan şutuyla 2. golü de buluyorlardı. Danimarka, bir mucizeye adım adım ilerliyordu. Çok geri pas yapan, çok oyun soğutan bu İskandinav takımı, şans eseri geldiği turnuvada kazanmanın bir yolunu buluyor ve siyasi iklimin karışıklığının gölgesindeki bu Avrupa şampiyonasında tarihlerinde ilk kez şampiyon oluyorlardı. Kalburüstü bir hocalık deneyimi olmayan, Odense'de 10 yıl çalışmış, 1989'da Danimarka'nın futsal milli takımını çalıştıran bir hoca önderliğinde Avrupa şampiyonluğuna uzanan Danimarka, Nielsen'in bu başarısıyla sınırlı kalmayacak, modern futbol normlarını ülkelerinin şartlarıyla lokalize ettikleri bir futbol sisteminde Christian Eriksen, Pierre Emil Hojbjerg, Laudrup kardeşler, baba-oğul Schmeichel'lar ve pek çoğu futbolcuyu yetiştiriyor, Copenhag, Midtyjlland ve Nordsjaelland gibi takımları birer futbolcu fabrikasına dönüştürüyorlardı. Danimarka, Sepp Piontek'le başlayan bir projeyi sürekliliğe dönüştürerek sadece kulüp futbolu ve futbolcu yetiştiriciliğinde değil, uluslararası turnuvalarda milli takımıyla her zaman sürprizlere açık bir takım kimliği yaratmayı başarıyordu.








Bu blogdaki popüler yayınlar

Vincenzo Montella Mucizesi

Milli takım teknik direktörlüğü koltuğu, futbolun her döneminde o koltukta oturan kişi için ağırlık teşkil eden bir koltuk olmuştur. Bir bayrağı temsilen o koltukta bulunmanızla başlayan süreç, kulüp takımı görevinin görev kapsamından bağımsız pek çok zorluğu beraberinde barındırır. Milli takım görevi, Dünya futbolunda geçmişten beri tecrübesi yeterli ve insani becerileri gelişmiş, kulüp takımlarındaki özgeçmişi geçerli kişilere verilirdi. Kulüp takımları bazında beklentilerini yerine getirmiş, amiyane tabirle bu bağlamda kramponlarını asmış isimler Milli takımlar dünyasına giriş yapar, bu görevi kendileri için yeni bir meydan okuma olarak görürlerdi. Bu meydan okumanın, bu görevin ağırlığıyla eşleştiği temel nokta, kendini kanıtlamış isimlerin bir ülke futbolu yönetilirken bu ağırlığı daha kolay süspanse edebilecek isimler olmalarıydı. Zira kadroya dahil edilecek isimlerden tutun, ortaya konulacak oyun fikri, alınan sonuçlar ve bunun benzeri pek çok husus hem bulunulan ülk...

Fransa 1984: Platini'nin Turnuvası

Fransa Milli Takımı, son 20 yılın en başarılı ve istikrarlı takımlarından belki de ilki... Son yıllarda yaptıkları atılımlarla Dünya Futboluna sayısız genç futbolcuyu kazandırarak, futbolcu yetiştiriciliğindeki önder futbol ülkesi olmayı başaran Fransa, özellikle modern futbolu ihtiyacı olan atletizmi, oyun görüşü ve oyun aklı ile birleştiren oyun anlayışına uygun futbolcular yetiştirdiler, bu sayede de üst üste turnuva başarıları elde ettiler. 1998 Dünya Kupası ile başlayan 26 yıllık süre içerisinde, girdikleri 14 turnuvada 2 Dünya Kupası ve 1 Avrupa şampiyonluğu yaşadılar. Bunun dışında 2 Dünya Kupası finaline ve 1 Avrupa Şampiyonası finaline de adını yazdıran Fransa, bu süreçte Zinedine Zidane, Thierry Henry, Marcel Desailly, Franck Ribery, Karim Benzema, Didier Deschamps, Patrick Vieira, Antoine Griezzman gibi oyuncuların dışında, son jenerasyonun lider oyuncuları Kylian Mbappe, Aurelien Tchouameni, Eduard Camavinga gibi oyuncuları da Dünya futboluna kazandırdılar. Çok ...

"Bir Kupa Hocası": Simone Inzaghi

Dünya futbol tarihinde bazı teknik adamlar ucu kupaya giden turnuva yollarını diğerlerinden iyi yürürler. Bu teknik adamların kilit özelliklerini reaksiyon becerisi ve soğukkanlılık olarak nitelemek mümkündür. Özellikle çift ayaklı elemelerde 90 dakika üzerine kurgulanan plan kadar, 180 dakikalık yapılan bir program da takımı başarıya götürebilir. Özellikle elinizde beklentilerin nispeten düşük olduğu kulüpler olduğunda, eşleşmeleri kazanmaya dair pragmatik ve akılcı çözümler sizi başarıya götürüyor. Bunun en önemli örneklerinden biri de, bu sezon Şampiyonlar Ligi finaline uzanan Inter. En son 2010/11 sezonunda Son 16 turunun ötesini gören Inter, geçtiğimiz 12 sezona bir de UEFA Avrupa Ligi finali sığdırmış olsa da, 2009/10 sezonunda Mourinho önderliğinde yaşadıkları peri masalını tekrarlama noktasında yetersiz kalmışlardı. 2018 ve 2021 yılları arasındaki o üç sezonda değil Kupa 1'de ilerleme kaydetmek, gruptan çıkmayı bile başaramamışlardı. 2021 yılında Antonio Conte...