Milli takım teknik direktörlüğü koltuğu, futbolun her döneminde o koltukta oturan kişi için ağırlık teşkil eden bir koltuk olmuştur. Bir bayrağı temsilen o koltukta bulunmanızla başlayan süreç, kulüp takımı görevinin görev kapsamından bağımsız pek çok zorluğu beraberinde barındırır. Milli takım görevi, Dünya futbolunda geçmişten beri tecrübesi yeterli ve insani becerileri gelişmiş, kulüp takımlarındaki özgeçmişi geçerli kişilere verilirdi. Kulüp takımları bazında beklentilerini yerine getirmiş, amiyane tabirle bu bağlamda kramponlarını asmış isimler Milli takımlar dünyasına giriş yapar, bu görevi kendileri için yeni bir meydan okuma olarak görürlerdi. Bu meydan okumanın, bu görevin ağırlığıyla eşleştiği temel nokta, kendini kanıtlamış isimlerin bir ülke futbolu yönetilirken bu ağırlığı daha kolay süspanse edebilecek isimler olmalarıydı. Zira kadroya dahil edilecek isimlerden tutun, ortaya konulacak oyun fikri, alınan sonuçlar ve bunun benzeri pek çok husus hem bulunulan ülkenin spor basınının, hem de görevdeki geçerliliğiniz hususunda size bakışı katı olan, ülkenin göz önündeki teknik adamlar sınıfı göreviniz süresince size bir tehdit unsuru olacaktır. Üstelik bu oyun aklının ortaya konulması hususundaki dar zaman dilimi, bu havuzun içindeki her bir futbolcunun halihazırda bir ekolün parçası olmaları da işleri zorlaştıran faktörlerden bazıları... Daha önce yazdığım yazılarda, pek çoğu futbol ülkesinin milli takım teknik adamına bakışına dair örnekleri sergilemiştim. Bu zorluğa en iyi örnek teşkil eden milli takımlardan birisi de geçmişten beri Fransa olmuştur. Almanya, Brezilya ve İngiltere gibi sabit bir futbol ajandasına sahip olan ülkelerin aksine, Fransa dönemsel olarak çok farklı futbol ekollerince yönetilmiş ve bu ortak aklın temelinde yer almadığı bir sisteme dahil olan teknik adamlar her daim baskı altında kalmışlardır. Zira, sabit bir futbol aklınca yönetilen federasyonlarda, temel kriter bu akla uygun hareket edilip edilmediğidir. Ancak son 30 yılda Aime Jacquet, Roger Lemerre, Jacque Santini, Raymond Domenech, Laurent Blanc ve Didier Deschamps gibi çeşitli teknik adamlarla yönetilen Fransa Milli Takımı'nda bu parametrenin yoksunluğu, eleştirinin yönünün farklı parametrelere yönelmesine yol açmıştır. Öyle ki, 1998 Dünya Kupası galibi Fransa'nın teknik adamı Aime Jacquet, oyun anlayışı, imajı, insan ilişkileri gibi pek çok faktör yönünden sürekli olarak baskı altında kalmış, 1998 Dünya Kupası zaferi gibi forsu yüksek bir zaferin hemen ardından ise 56 yaşında teknik adamlık kariyerine son vermişti. Bu olurken, basın ve Fransız futbol lobisi ile sayısız savaş veren Jacquet, bu zorluğa rağmen gemiyi limana yanaştırması bakımından, Dünya futbol tarihindeki en özel milli takım hocalarından biri olarak kabul edilir.
Peki durum milli futbol takımımız için nasıl işliyor. Milli takımın dönemsel gelişimine dair yazdığım yazılarda ifade ettiğim üzere, milli takımımızın en temel eksikliklerinden ilki olarak niteleyebileceğimiz eksiklik, şüphesiz ki bir ekolün eksikliği olmuştur. Yıllar boyunca futbolu değiştiren çeşitli yerli ve yabancı teknik adam olmasına rağmen, son 30 yılı incelediğimizde "Türkiye Milli Takımı nasıl oynar?" sorusuna net bir cevap bulmamız güç... Ülkemizde futbolun gelişimini derinden değiştiren Sepp Piontek gibi isimlerin dışında, Guus Hiddink ve Mircea Lucescu gibi sistem hocalarıyla yola çıkan Futbol Federasyonu, buna rağmen bu hocaların görevlerinde o denli uzun kalamamasının bir sonucu olarak bu soruya net cevap olacak sistemi ve yapıyı oluşturamadılar. Geçtiğimiz yıl Vincenzo Montella göreve gelene değin, federasyon ve futbol otoriteleri, bu kavramlar arasında sıkışmış, sorgulanmaya müsait bir tablo içerisindeydi. Gelelim bu yazıyla birlikte, bu blogda 3. kez bir yazıya konu olan Vincenzo Montella'ya... Göreve geldiğinde, verilmekte gecikilmiş bir karar olarak nitelemiştim Vincenzo Montella'nın Milli Takım'la birlikteliğini... İşin doğrusu, "milli takım o ülkenin mensubu bir teknik adam tarafından yönetilir" düşüncemle birlikte, Montella'nın ortaya koyduğu şeye inancım hayli yüksekti. Nitekim, geçtiğimiz 1 sene ve bu 1 sene içerisinde görevinde geçirdiği 11 maç, hem önemli başarıları, hem de belki istikrara kavuşmayı bekleyen bir milli takım ekolünün mümkün olduğunu yeniden hatırlatan bir tabloyu gözler önüne serdi. Göreve geldiğinde, Faroe Adaları ve Ermenistan gibi takımlara karşı skoru bulmakta zorlanan bir milli takım varken, 2024 Avrupa Şampiyonası Elemeleri tamamlandığında, Türkiye Milli takımı tarihinde ilk kez bir eleme grubunu lider tamamlıyordu. Akabinde Almanya karşısında alınan hazırlık maçı galibiyeti ve ülkeyi futbol üzerinden yeniden birleştiren bir 2024 Avrupa Şampiyonası... Yalnızca bir çeyrek final başarısı olmaktan çok daha kıymetli olan bu Avrupa Şampiyonası, milli araları futboldan uzaklaşılan zaman dilimleri olarak niteleyen futbol seyircisinin düşüncesini yekten değiştirecek, milli aralar artık kabul gören ve hatta heyecanla beklenen zaman dilimleri haline gelecekti. Kulüp takımları ekseninde yaşanan rekabet ortamı, artniyetli yöneticilere ve idarecilere bağlı olarak futbolda yaşanan kirli atmosfer dağılacak, bu 11 maçlık süreçte alınan 8 galibiyetin her biri anlamlı olacaktı. Dahası Türk futbolunun bir süredir edindiği yetiştirici kimlik, milli takım bazında bir futbol gerçekliğiyle birleşiyor, her biri Avrupa'nın önemli takımlarında oynayan oyuncular için milli takım performansları birer yakıt, birer kazanım haline geliyordu.
Peki Montella bunu nasıl başardı? Öncelikle, yazının başında milli takım hocalığı üzerine temel aldığım parametreler üzerinden değerlendirme yapalım. Kulüp takımları bazında, Sevilla, Roma ve Milan gibi önemli takımlarla biriktirdiği CV'yi getirdiği Adana Demirspor döneminde, Süper Lig'e yeni dönmüş olan takım, ortak akıl üzerinde birleştirmesi zor bir kadroyla yola çıkıyordu. Vincenzo Montella göreve geldiğinde, takımda Younes Belhanda, Mario Balotelli, Stambouli, Gökhan İnler ve Loic Remy gibi futbolunun en verimli dönemini geçmiş oyuncularla, Yunus Akgün, Tayyip Talha Sanuç ve Arijanet Muric gibi genç isimleri bir araya getiren Vincenzo Montella, kısa süre içerisinde hem ismini, hem Adana Demirspor'da oynamak istenen oyunu bu oyuncu grubuna kabul ettirmeyi başardı. Genel tabloya baktığımızda, Süper Lig'e uzun zaman sonra dönen Adana Demirspor'la başarıya ulaşmadaki yöntemi ve 2 yıllık süre içerisinde ortaya konan malzeme, Vincenzo Montella'yı Adana Demirspor'un dışında Türk futbolunda da geçerli bir isim haline getiriyordu. İşin bu kısmı, Vincenzo Montella'yı 49 yaşında Milli Takım'a getiren etkenlerdi. Bunun akabinde göreve geldiği ilk maçta, Hırvatistan'a karşı deplasmanda aldığı galibiyetle beraber oturduğu koltuğa bir güven getiren Montella, elemelerden lider çıkmasıyla da birlikte görevinin henüz 9. ayında Avrupa Şampiyonası deneyimine çıkacaktı. Bu durum, Vincenzo Montella gibi gündemi saha içerisinde tutma amacı içerisinde olan bir teknik adam için paha biçilemez bir şanstı. Zira, Avrupa Şampiyonası gibi teknik adamlar için gerginlik teşkil eden atmosferlerden birinde tüm baskılara rağmen gündemi saha içerisinde tutabilme becerisi, başarıdaki önemli etkenlerden biridir. Genç ve dinamik bir kadroyla, ucu açık bir yarışmaya giren Montella, yaşadığı Portekiz maçı kazası gibi kazalarda da gündemi saha içerisinde tutmayı başarıyor, takım arasındaki bağı ve sistemi muhafaza etmeye devam ediyordu. Bu Montella'nın baskıyla yola çıkmayı yöntemiydi; "Hiçbir zaman gündemini saha içerisinden ayırma." Bu yöntem, nihayetinde en ucu açık, potansiyeli en kestirilemeyen takımı, milli takımımızı, Avrupa Şampiyonasında çeyrek finale götürüyordu. Sırada sistem vardı... Montella, takımın potansiyelinin ve becerebileceklerinin net biçimde farkındaydı. Yaratıcılık bakımından eli güçlü bir kadrosu vardı, ancak tabelacı bir ismin eksikliğini yaşıyordu. Bu durumda ofansif aksiyonu yaratıcılığa ve set oyununa bağlamak, fiziksel gücü yüksek oyunculara gezici roller vererek rakip savunmaların dengesini bozmak ve oyunun her yönünden homojen faydalanmak gerekiyordu. Takımını iyi tanımanın ve iyi bir iletişim becerisinin beraberinde getirdiği bu sistematik yaklaşım, akan oyunu da, duran topları da pozitif değerlendirebilen, varyasyonel bir takımın oluşumunu sağlıyordu. Milli takımın aradığı, skora dönük planlama bu olabilirdi. Zaten turnuvada attığı 8 golün dördü defans oyuncularından olan bir takım, oyunu total ve homojen bir biçimde kabul etmenin bir sonucu olabilir. Baskıya karşı koyma, oyuncu grubuyla doğru iletişim ve doğru köprüler kurma, sonucu alma ve başarıya gitme... Montella "bir ekol nasıl yaratılır" sorusuna en doğru cevapları, en net şekilde vermeyi başarıyordu. Çeyrek Final başarısının ardından, kendisini geç değişiklik yapmakla, oyuna müdahalede eksik kalmakla eleştiren basın, Milli takımın Avrupa Şampiyonası'nda elde ettiği en büyük 3 başarıdan birisine ulaşılan o anda dahi Montella'nın kellesini istemenin yollarını aramıştı. Montella yine gündemi o noktadan ayırarak, UEFA Uluslar Ligi mücadelesi için peşisıra gelen milli aralarda takımı hazırlamakla meşgul oldu. Ve Avrupa Şampiyonası sonrası çıkılan ilk 4 resmi maçta 3 galibiyet ve 1 beraberlik alan Milli Takım, önümüzdeki 2 maçtan istenilen sonuçların alınmasıyla birlikte, Uluslar Ligi organizasyonu kurulduğundan beri ilk defa A kategorisinde organizasyona katılma hakkı elde edecek.
İlk zamanlarında yazdığım gibi, Montella'nın arkasında durmak ve yıllar yılı istenilen, arzu edilen sistemin, ekolün kurulmasına destek olmak şu anda ülke futbolunun selameti için, en doğru, en mantıklı şey olacaktır. Umarım, futbolun başındakiler, anlık tepkiler ve anlık reaksiyonlar sonucunda bu fırsatı tepmezler. Bizler de bu jenerasyonla 2026 Dünya Kupası'na katılarak özlediğimiz milli takıma kavuşuruz.
"Grazie di tutto Montella"