Milli takım, bir futbol ülkesinin yetişmişlik düzeyini ölçme noktasında en önemli turnusoldur. Milli takımı oluşturan oyuncu gruplarının çeşitli takımlarda, çeşitli farklı ekolleri temsil eden oyunların ve o oyunları oynatan hocaların elinde olmaları sebebiyle, bu çeşitliliği doğru matematikte birleştirme işidir. Bir ekolü temsil etmenin, o oyuncuların kapasitelerini bu ekole entegre etmenin yollarını bulmakla ve bu yolları kazanmaya doğru yönlendirmekle ilgilidir. Bu da sizin ülkenizde yetiştirdiğiniz idealistlerin, size bir oyun kültürü aşılaması ile olur. Her ne kadar dünyanın en defansif, katı oyununu oynayan takımlardan da gelseniz, Almanya'nın işi yoğun pas trafiğine dayalı, oyun disiplinine net bir biçimde bağlı bir oyunu oynamaktır. Siz her ne kadar futbolu disiplin içerisinde oynayan takımların rol oyuncuları olsanız da, Brezilya Milli Takımı'nın bir parçası olmak için Brezilyalı bileklerine ve bireysel kabiliyetine sahip olmanız gerekir. Siz ne kadar serbest bir oyun oynamayı severseniz sevin, Rinus Michels'lerin, Johan Cruyff'ların Hollanda Milli Takımı, Total Futbol'un değerlerini muhakkak özünde barındırır.
İşte bu sebepler ışığında, o ülkenin futbol dinamiklerini en iyi bilen, en iyi tartan isim de, şüphesiz o ülkede yetişmiş, o ülkenin vatandaşı bir teknik adam olur. Onun için 1920'lerden beri Fransa'da, Fransa Milli Takımı'nı bir Fransız çalıştırır, onun için, bu anlamda zenginliği ne kadar dar olursa olsun, Brezilya'da, Brezilyalı teknik adamlar Milli Takımı çalıştırır ve onun içindir ki, İngiltere Sven Goran Eriksson ve Fabio Capello maceralarını iyi hatırlamaz. Büyük turnuvalarda zaferler elde eden çoğu Milli Takım da böyledir. Çünkü bu bahsi geçen takımlar dönüşümünü tamamlamış, bir ekol yaratmak için geçmişte bunu işin ehline vermiş de olsa, zaman içerisinde bu aşamayı geçerek futbolda bir noktaya gelmiştir. Peki, bu noktaya gelemeyen Milli Takımlar ne gibi bir yol izlemiştir? Örneğin Amerika Birleşik Devletleri... ABD, her ne kadar pek çok sporda zirveyi temsil etse de, futbol endüstrisine girişte bir hayli zorlanmıştı. Dönem dönem yenilikçi hamleler, dönem dönem pazarlama çalışmaları ile gerek futbol ligi MLS'i, gerekse milli takımını bir noktaya getirmeye çalışan Amerika, bu bağlamda en önemli adımlardan biri 2011 yılında göreve getirdiği Alman teknik adam Jürgen Klinsmann ile atmıştır. Klinsmann'ın geçirdiği 5 sene, sadece ABD Milli Takımı'nın oynadığı oyuna değil, orada oyuncu yetiştirme tekniğinden, teknik adam çeşitliliğine değin pek çok noktaya direkt parmak basmış ve günümüzde futbolcu yetiştirme noktasında iyi bir alternatif olmuşlardır. Ve hatta Hertha Berlin'i çalıştıran Pellegrino Matarazzo, İngiltere'de Norwich City'i çalıştıran David Wagner ve kısa bir süre önce Leeds United'taki görevinden ayrılan Jesse Marsch ABD'li önemli teknik adamlar olarak yetişmişlerdir.
Gelelim, bu yazımızın konusu olan bizim Milli Takımımıza. Milli takımımız kurulduğu 1923'ten beri, aktif teknik direktörü Stefan Kuntz ile beraber 20 yabancı teknik adamla çalıştı. Özellikle ilk döneminde Macar ve İngiliz hocaların yanısıra, 1954'te bizi ilk kez Dünya Kupası'na götüren Sandro Puppo gibi İtalyan hocalarla çalışan Milli Takımımız, bu dönemlerde futbol metodolojisini tanıma ve öğrenme aşamasını yaşıyordu. 1970'lere değin, bir Türk teknik adam uzun süre çalışmamış, ilk defa Coşkun Özarı 1971 ile 1976 yılları arasında 5 yıl çalışmıştı. Tabii ki böylesi ağır işleyen bir gelişim süreci meyvesini verememiş, Avrupa'nın futbol anlamında çok gerisinde kalınmıştı. Lâkin bu bir bütündü ve kulüp takımlarında etkili olan bir teknik adam dahi bu işin değişmesi noktasında çok faydalı olabilirdi. 1980'ler bu anlamda çok şey sundu biz Türklere. Fenerbahçe'de Veselinovic, Beşiktaş'ta Gordon Milne, Trabzonspor'un kendi altyapısı ile kendini ikame etmesi adına adımlar atan Özkan Sümer ve Ahmet Suat Özyazıcı gibi idealistler, iyi futbolcular yetişmesine ve 1990 Avrupa Şampiyonasına katılamamasına rağmen müthiş yetenekleri barındıran altın jenerasyonu oluşturmasına yol açmıştı. Dönüşüm adına atılan bu önemli adımları ayırdığım ve birbiri ile bağlı olan iki isim ise zannımca Türk futbolunu boydan boya değiştirecekti; Jupp Derwall ve Sepp Piontek. Birisi 1984 ile 1987 yılları arasında Galatasaray'ı, birisi 1990 ile 1993 yılları arasında A Milli Takımımızı çalıştıran bu iki teknik adam, sonrasında gerek kulüp takımlarındaki olumlu dönüşüme yola açan, gerekse Milli Takımımızın 1996 Avrupa Şampiyonasına ve devamındaki süreçte 2002 Dünya Kupasına katılmasındaki karakteri Milli Takıma kazandıran değişimin öncüleri oldular. Bu, Milli Takımımız adına karakter kazanma yolundaki ilk önemli aşamaydı. Galatasaray'ın Avrupa'da kazandığı galibiyetleri ve gerek o ilk jenerasyon, gerekse sonrası jenerasyonların yetenek bandının yanısıra, o tedrisatın ürünleri olan teknik adamlar Mustafa Denizli ve Fatih Terim'in ilerleyen süreçte yapacakları, bir şeylerin değiştiğini gösteriyordu. Artık başka bir noktadaydık ve bu ilerlemeliydi. 1990'ların ardından 2000'lerde elde edilen başarılar bir istikrara kavuşmayı bekliyordu. 2002'deki başarının 2004 Avrupa Şampiyonası ve 2006 Dünya Kupası ile tamamlanması gerekiyordu örneğin. Veyahut 2008'de Yarı Final oynayan takım 2010 Dünya Kupasına neden katılamıyordu. Futbolumuz, gündemini meşgul eden şeylerin yaptığı ağırlıkla çok geride kalmıştı. Artık futbol metodolojisini öğrenmenin ve eğitilmenin geçmişteki kadar güç olmadığı bir noktada bile henüz 1980'lerde gösterilen yol tamamlanamamıştı. 2016 ve 2020'de de hüsranlar yaşandı...
Tüm bu hikâyeyi değerlendirince, belki de Stefan Kuntz işin başına dönmekti tekrardan. Şenol Güneş'in yaşadığı hezimetin ardından düğmeye basan TFF, Milli Takım'ın dümenini Hamit Altıntop'a teslim etmiş, Hamit Altıntop da, Almanya'nın U21 takımını çalıştıran Stefan Kuntz'a yönelmişti. Bu noktada, şunlar sorulabilirdi; "Stefan Kuntz bizim için yeterli mi?", "Bu bir ekolleşme çabası ise, daha yüksek profilli bir teknik adam daha doğru olmaz mıydı?" Ben bunları sormanın doğru olduğu kanaatindeyim. Hatta işin başında, biz bir ekolü takip edeceksek ve lokalize edeceksek, halihazırda Avrupa Şampiyonası kazanmış, trendi yükselen ve bizim ülkemizde de Francesco Farioli ve Vincenzo Montella gibi hocalarla tezahür eden İtalyan futbol ekolünü takip etmek doğru olmaz mıydı? Benim ilk aklıma gelen ihtimalin bu olduğunu bile söyleyebilirim. Ancak, bir yola çıkılmıştı ve uygulanışıyla, lokalize ediliş yöntemleriyle iyi sonuçlar verecekti ise ne âlâ. İyi bir jenerasyon da vardı üstelik... Peki, geçtiğimiz 1,5 yılda bu olabildi mi? Bence yetersiz kalındı. Pozitif adımlar atıldı, futbolumuzun çehresini değiştirmek için pek çok şey denendi ancak yetmedi. Hem teoride, hem pratikte. Lüksemburg ve Faroe Adaları faciaları, yeni TFF yönetimini sorgulatan pek çok karar, Stefan Kuntz'un oyununun galip gelinen maçlarda bile yetersiz kalması ve en sonunda iyi oyuna rağmen sonuca gidilemeyen Hırvatistan maçı. Bu sempatik çalışma, sonucunu sahada vermeliydi, ancak tüm bu iyi jenerasyona rağmen bi yetersizlik vardı. Benim gördüğüm en önemli yetersizlik oyun anlayışıydı. Bu tercihlerin doğruluğu ve yanlışlığı yönünde değilim, lâkin bir ekol inşaa edilecekse, Levent Sürme'lerle dipten başa bir adım atılacaksa, Türkiye Milli Takımı 3'lü savunma ile 4'lü savunma arasında bir dilemmayı yaşamamalı. Bu olursa, Türkiye Milli Takımı planlanan mekanizmayı işleyemez. Evet iyi bir çalışma, iyi adımlar peşisıra birbirini takip etti ve bir yola girildi - ki ben Stefan Kuntz özelinde de bir yol ayrımının söz konusu olması gerektiğini düşünmüyorum - daha önemlisi, bu ekolleşme çabasının yarım bırakılmaması gerektiğini düşünüyorum. Öyle olursa, Jupp Derwall'lerle, Sepp Piontek'lerle başlayan çabalar bir ilüzyondan ibaret olmuş olur. Dolayısıyla, başta bahsettiğim Milli Takımların geldiği noktayı hayal edebilmek için bu projeye şans vermemiz gerektiğini düşünüyorum.