Ana içeriğe atla

Almanya 1996: 76'nın Rövanşı

 


1990'lı yıllara geçildiğinde yaşanan politik değişmeler ve bunun Avrupa futboluna etkisini ilk olarak 1992'de gözlemlemiştik. Bağımsız ulus devletlerinin arttığı, ideoloji merkezli üniter devletlerin yavaş yavaş tarih sahnesinde yok olmaya yüz tuttuğu bu yıllarda, Almanya, Çekoslovakya ve Sovyetler Birliği üzerindeki durum nihayete ermiş, Yugoslavya ise yakın gelecekteki durumunu belirleyecek bir savaşla mücadele etmekteydi. 1996, bu bakımdan yeni sınırların turnuvadaki etkisinin bariz biçimde hissedileceği ilk Avrupa Şampiyonası olacaktı. Turnuvanın son elemesi olan 1992 Avrupa Şampiyonası Elemelerine katılan takım sayısı 34 iken, 1996'da bu sayı 47'ye çıkıyordu. Özellikle Sovyetler Birliği'nden ve Yugoslavya'dan kademe kademe ayrılan ülkelerin birbiri ardına UEFA üyeliğine kabul edilmesiyle beraber pek çok ülke futboldaki organizasyonlarını tamamlıyor, bu da hem kulüpler bazında, hem de milli takımlar ölçeğinde yeni yöntemleri, yeni yaklaşımları ve yeni bir rekabet formunu beraberinde getiriyordu. 1996 Avrupa Şampiyonası, turnuva tarihinde daha öncesinde olmamış biçimde 16 takımla düzenlenecekti. Bu durum özellikle ülkemiz gibi bu tarz turnuvaların uzağında kalmış ülkeler için önemli bir şans demekti. 

Yeni elemeler formatı, 8 gruba ayrılan 47 takımdan, turnuvaya direkt katılan ev sahibi dışında, 8 grup lideri ve en iyi 6 grup ikincisini turnuvaya direkt gönderen, kalan iki grup ikincisinin birbirileriyle oynayacağı bir play-off müsabakasının galibinin de turnuvaya ekleneceği bir formattı. Ayrıca elemeler formatına yansıyan bir diğer önemli olay da, milli takımlar bazında ilk defa 1994 Dünya Kupası'nda kullanılan üç puanlı sistemin uygulanmaya başlanmasıydı. 1981'de ilk defa İngiltere tarafından kullanılan bu sistem, takibindeki 13 yıl boyunca bu turnuvalara yansımamış, 1996 elemeleri de Avrupa Futbol Şampiyonası sahnesindeki ilk kullanımı olmuştu. 1996'yı tarihte bir kırılma noktası kılan bir diğer önemli nokta da turnuvanın ismiydi. O tarihe kadar UEFA Avrupa Futbol Şampiyonası olarak tanınan turnuva, 1996'da kısaltılarak "EURO" isminin kullanımına geçilmişti. Turnuva, her anlamda ikinci bir bahar yaşıyor, "Yeni Avrupa" kimliği noktasında önemli bir yer tutuyordu. Bu özel turnuvanın ev sahibinin seçilmesi de bir o kadar özel bir arka planı barındırıyordu. Kazandıkları 1966 Dünya Kupası'ndan beri bir futbol turnuvasına ev sahipliği yapmayan İngiltere, gelişen süreçte futbol politikası konusunda ciddi kırılmalar yaşayacaktı. Dört yıl arayla yaşanan 1985 Heysel ve 1989 Hillsborough faciaları ciddi sayılarda taraftarın hayatını kaybettiği stadyum olaylarıydı. Dönemin İngiliz başbakanı Margaret Thatcher, Heysel olayı sonrası İngiliz kulüplerini Avrupa organizasyonlarından 5 yıl men eden bir cezayı kabul ediyor, Hillsborough'daki olay sonrasında savcı Lord Peter Taylor'u tam yetkiyle olayın araştırmasında görevli kılıyordu. İngiliz futbolu, futbol holiganizmi ve yetersiz futbol politikası arasında sıkışmış, bir çıkış arıyordu. Özellikle Lord Peter Taylor'un, tarihe "Taylor Raporu" olarak geçen incelemesi neticesinde İngiltere'de stadyumların yönetimi konusunda önemli kararlar alınacaktı. Tüm stadyumlar koltuklandırılıyor, güvenlik önlemlerinden taviz verilmemesi elzem bir konu haline geliyordu. Yola stadyumlarını modernize etmek ve amiyane tabirle taraftarını ehlileştirmekle başlayan İngilizler, sonrasında ligini şirketleştiriyor, marka değerini güçlendiriyor ve Avrupa'da liginin ve futbolunun kaybettiği değeri geri kazanmaya çalışıyordu. EURO 1996'nın organizasyonunu üstlenmeleri de bu bağlamda onlar için büyük önem arz ediyordu. Nitekim ev sahibinin belirlenmesiyle beraber, Avrupa Şampiyonası tarihinin en büyük elemeleri başlıyordu. Yeni katılımcılardan Slovakya ve Azerbaycan'ın olduğu 1. Grupta, lider 1994 Dünya Kupası'nın sürpriz takımı Romanya olurken, Fransa grupta ikinci oluyordu. 2. Grupta İspanya namağlup çıkmayı başarırken, son şampiyon Danimarka ikinci tamamlıyordu. Futbol tarihimizde özel bir yeri olan 3. Grup, bize yeni bir başlangıcın kapılarını açıyordu. Fatih Terim yönetiminde 1996 elemelerine giren Milli Takımımız, İsviçre, İsveç, Macaristan ve İzlanda'nın olduğu grupta önemli sonuçlara imza atarak, İsviçre'nin ardından ikinci tamamlıyordu. En iyi 6 ikincinin gittiği düzlemde, bu 6 takım arasında olmayı başaran Milli Takımımız yalnızca tarihindeki ilk Avrupa Şampiyonası katılımına imza atmıyor, bunun dışında 1954'ten beri ilk defa bir büyük turnuvaya katılıyordu. 4. grupta Yugoslavya'nın yerine katılan Hırvatistan önemli bir başarıya imza atıyor, ikinci olan İtalya'ya karşı ikili averaj avantajıyla grubu lider tamamlıyordu. 5. Grupta yine bir üniter devletin ayrılan ülkelerinden olan Çekya lider tamamlarken, grubun ikincisi Kluivert, Bergkamp, Clarence Seedorf gibi oyunculardan oluşan kadrosuyla Hollanda oluyordu. 6. grubu Luis Figo liderliğinde birinci tamamlayan Portekiz oluyor, iki Birleşik krallık ülkesi İrlanda Cumhuriyeti ve Kuzey İrlanda'nın rekabetinde, grubu ikinci sırada tamamlayan İrlanda Cumhuriyeti oluyordu. Almanya'nın lider tamamladığı 7. grupta elemelerin iki sürpriz takımı, 1994 Dünya Kupası dördüncüsü Bulgaristan ve Sovyetler Birliği'nden ayrıldıktan sonra ilk elemesine katılan Gürcistan oluyordu. 15 puan toplayan ve Şota Arveladze'yle iyi işler çıkaran Gürcistan, ikinci Bulgaristan'ın ardından eleme grubunu 3. tamamlıyordu. Son grup olan 8. grupta Sovyetlerin mirasçısı Rusya, grubu lider tamamlıyordu. Yeni UEFA üyelerinden San Marino ve Faroe Adaları'nın da olduğu bu grupta ikinci sırayı alan takım İskoçya oluyordu. Böylece eleme gruplarının tamamlanmasının ardından, ikinci sırayı alan 6 takım belirlenecekti. İtalya, Bulgaristan, Türkiye, İskoçya, Danimarka ve Fransa bu en iyi 6 takımlık torbaya girmeyi başarırken, Hollanda ve İrlanda tarafsız sahada bir maça çıkacaktı. Anfield'ta oynanan maçta rakibini Kluivert'in iki golüyle mağlup eden Hollanda, turnuvaya katılan son takım olmayı başarıyordu. 

Nitekim İngiltere'deki turnuvaya geçilecekti. Pek çok ilk katılımın olduğu turnuvada, o tarihte mevcut olmayan devletlerin her birini temsil eden ülkeler de vardı. Sovyetler Birliği'ni temsilen Rusya, Çekoslovakya'yı temsilen Çekya ve Yugoslavya'yı temsilen Hırvatistan turnuvaya katılan takımlar arasındaydı. Milli takımımız dışında, İsviçre ve Bulgaristan da turnuvaya ilk defa katılım hakkı elde eden takımlardı. Turnuva sekiz şehirde, sekiz ayrı stadyumda oynanırken, her biri yenilenen stadyumlardan benim en dikkatimi çekeni Sheffield'ın 1989'daki faciaya tanıklık eden Hillsborough Stadyumu'ydu. İngilizler bir yenilenme mesajı veriyordu adeta... Turnuvadaki dört gruptan ilki, İngiltere, Hollanda, İsviçre ve İskoçya'nın olduğu A grubuydu. Açılış maçı olan İngiltere - İsviçre maçıyla start veren grupta ilk hafta iki beraberliğe sahne oluyordu. Ardından ikinci maçlarda rakiplerini mağlup eden Hollanda ve İngiltere, son maçlara girerken puanlarını 4'e çıkarıyordu. Son maçlardan Hollanda ve İngiltere'yi karşı karşıya getiren maç, çarpıcı bir sonuca sahne oluyordu. Shearer'ın iki, Teddy Sheringham'ın iki gol attığı maçta 4-0 öne geçen İngiltere'ye karşı, son dakikalara girilirken Kluivert'in ayağından bulduğu golle farkı üçe düşüren Hollanda, bu gol sayesinde turnuvaya tutunacaktı. İskoçya'nın İsviçre'yi yenmesi tek farklı yenmesi sonucunda işler karışıyordu. Zira karşılaştıkları maçta berabere kalan iki takımdan İskoçya ve Hollanda, averajların eşit olması sonucunda atılan gol sayısına kalıyor, burada rakibine üstünlük sağlayan Hollanda, gruptan ikinci çıkıyordu. B grubu, Fransa, İspanya, Bulgaristan ve Romanya'nın olduğu gruptu. 1994 Dünya Kupası'nın iki çarpıcı takımı olan Bulgaristan ve Romanya'nın olması itibariyle kağıt üzerinde sürprizlere gebe bir gruptu. Nitekim Fransa ve Bulgaristan'dan gruptan kimin çıkacağı sorusu, son maça kadar varlığını sürdürecekti. Son maçta Laurent Blanc'ın golüyle öne geçen Fransızlar, Penev'in kendi kalesine attığı golle rahatlıyordu. 69. dakikada Stoichov'la farkı bire düşüren Bulgaristan, buna rağmen son dakikalara kadar sürdürdüğü mücadelede Loko'nun golüne yenik düşerek Fransa ve İspanya'nın ardından grubu 3. tamamlıyordu. C grubu da yine benzer bir rekabetin olduğu bir gruptu. Almanya, Çekya, İtalya ve Rusya'nın olduğu grupta aynı puanları toplayan iki takımdan Çekya, İtalya'ya karşı ikincilik yarışını kazanarak, Almanya'yla birlikte gruptan çıkmasını biliyordu. Son grup olan D grubu, Milli takımımızın da olduğu gruptu. Portekiz, Hırvatistan ve Danimarka'nın olduğu grupta ilk Avrupa Şampiyonası deneyimine çıkan Türkiye, bu grubu gol bile atamadan 0 puanla tamamlayacaktı. Öte yandan iki rakibi Portekiz ve Hırvatistan'a mağlup olan son şampiyon Danimarka, gruptan çıkmayı başaramayarak son şampiyon apoletiyle geldiği turnuvaya erken veda ediyordu. Grupların tamamlanmasının ardından çeyrek finale çıkmayı başaran sekiz takım da belirlenmişti. Bu eşleşmelerden ilki İspanya ve ev sahibi İngiltere arasındaydı. 90 dakikası ve uzatmalarının 0-0'lık eşitlikle tamamlandığı maçta, penaltılara geçiliyordu. Wembley'de seyircisinin de gücüyle İspanya üzerinde büyük bir baskı oluşturan İngiltere, Fernando Hierro ve Angel Nadal'ın kaçırmasına karşılık hata yapmayarak penaltılarda 4-2'lik bir sonuçla yarı finale adını yazdırıyordu. İkinci eşleşme olan Fransa ve Hollanda eşleşmesi de benzeri bir sonuca sahne oluyordu. Tarafların 120 dakika sonucunda yenişemediği maçta, ilk eşleşmeye benzer biçimde penaltılara giden taraflardan Hollanda, Seedorf'un penaltıyı kaçırması sonucunda turu Fransa'ya kaybediyordu. Fransa, yarı finaldeydi. Üçüncü eşleşme Almanya ve Hırvatistan arasındaydı. Son turnuvada Danimarka'ya şok biçimde yenilen Almanya, Hırvatistan karşısında sürprize yer vermiyor, Jürgen Klinsmann ve Mathias Sammer'in golleriyle Hırvatistan'ı 2-1 mağlup ediyordu. Son çeyrek final maçı olan Portekiz - Çekya eşleşmesinde, ağır basan taraf Luis Figo'lu Portekiz'di. Villa Park'ta oynanan maçta Poborsky'nin 53. dakika attığı golle öne geçip, kalan dakikalarda skoru tutmayı başaran Çekya, rakibini eliyor ve turnuvanın şampiyonlarından biri olduğunu hatırlatıyordu. Onlar için sırada, verilecek bir Fransa sınavı vardı. Zidane, Djorkaeff, Laurent Blanc ve Didier Deschamps gibi iddialı oyunculardan oluşan bir kadrosu olan Fransa'ya karşı 120 dakika boyunca direnç gösteren Çekya, momentum mücadelesini kazanmıştı. Nitekim penaltılarda rakibini 6-5 mağlup eden Çekya, 1976'dan sonra ilk defa finale yükselmişti. Turnuvadaki temkinli oyun anlayışı her maçı penaltı atışlarına sürüklüyordu. Yarı finalin diğer tarafında Almanya ve İngiltere'yi karşı karşıya getiren maç da, bunun bir örneği olacaktı. Ev sahibi İngiltere'nin Alan Shearer'la 3. dakikada attığı gole, 16. dakikada Stefan Kuntz'la cevap veren Almanya oldu. Yine tarafların yenişememesi sonucunda, maç uzatmaya ve sonrasında penaltılara gitti. Ev sahibi İngiltere, çeyrek finalde İspanya'yı da benzer bir hikayenin sonucunda elemişti. Wembley'de sahip oldukları seyirci desteği, onları tarihinde ilk kez Avrupa Şampiyonası finaline çıkarmak için önemli bir yakıttı. Yine taraflar penaltılarda hata yapmıyordu. 6. penaltılara gelindiğinde Andreas Möller, skoru 6-5 yapıyordu. Penaltının başına geçen mevcut İngiltere milli takımı hocası Gareth Southgate penaltıyı kaçırınca, İngiltere, ev sahibi olduğu turnuvada final şansını kaçırıyordu. Son finaline 1976'da çıkan Çekya'nın rakibi, o yıl finalde yendikleri Almanya'ydı.

Almanya, 1976'dan sonra 1980'i kazanmış, 1992'de finalde kaybetmişti. 1976 ve 1992'den ikisi de, Almanya'nın favori olduğu finallerdi ve 1976 finalinde sahada olan Berti Vogts, bu sefer teknik direktörlük koltuğundaydı. Almanya'nın Çeklerden alacak bir intikamı vardı. Nitekim Wembley'de 73 bin kişinin önünde, final başlıyordu. Uzun süren bir sessizlik, ikinci yarının 14. dakikasında bozulacaktı. Matthias Sammer'in Poborsky'e müdahalesini penaltı olarak değerlendiren Pierluigi Pairetto, beyaz noktayı gösteriyordu. Çok iyi bir maç çıkaran Poborsky, takımına bir penaltı kazandırarak bu performansını taçlandırıyordu. Topun başına geçen Patrik Berger, 59. dakikada takımını öne geçiriyordu. Hem Vogts, hem de Almanya için zaman daralıyordu. Golden 10 dakika sonra, Vogts'un yaptığı değişiklik ise futbol tarihindeki altın değişikliklerden biri olacaktı. Mehmet Scholl'un yerine oyuna giren dönemin Udinese oyuncusu Olivier Bierhoff, Almanya'nın futbol tarihinde sürekli tekrar eden bu altın değişikliklerden biri olacaktı. Oyuna girdikten 4 dakika sonra Ziege'nin serbest vuruştan içe çevirdiği topta boşan çıkan Bierhoff, Kouba'nın tuttuğu köşeye yaptığı kafa vuruşuyla Almanya'yı ipten alıyordu. Durum tekrardan eşitti. Son dakikalarda gol sesi çıkmaması sonucunda, turnuvada beşinci kez bir maç uzatmalara gidiyordu. Ancak, bu 5. uzatma dakikaları diğerlerinden farklı olacaktı. 1996 Avrupa Şampiyonasını özel kılan onca faktörden bir diğeri, "altın gol" kuralının ilk kullanıldığı büyük turnuva olmasıydı. Altın gol, bilindiği üzere 30 dakikalık uzatma bölümü bitmeden atılan bir golün, maçın skorunu direkt tayin etmesi anlamına gelen bir kavramdı. Ancak 1996 Avrupa Şampiyonası'nda yürürlüğe sürüldüğünden beri, gidilen uzatma dakikalarında altın gol yaşanmamıştı. Başlayan uzatma dakikalarının ilk dakikaları, bu kuralın bu kez kullanılacağının habercisi gibiydi. Üst üste pozisyona giren Almanların, bu anlamda bir tarih yazmak için yalnızca 4 dakika 18 saniye beklemesi gerekecekti. Ceza sahası içerisinde Çek oyuncu Karel Rada ile mücadeleye giren Bierhoff, güç bela çıkardığı şutla kaleci Kouba'yı kontrpiyede bırakıyor, ağlara giren top, tarihin ilk "altın golü" oluyordu. Bu tarihin ilk altın golü, yalnızca basit bir altın gol olmakla kalmıyor, 1976'nın rövanşı anlamına gelen finalde, bu kez Almanya'nın kazandığını tayin ediyordu. 1976'da sahada kaybeden tarafta olan Berti Vogts da yaptığı Bierhoff değişikliği ile belki de futbol tarihindeki en kilit değişikliklerden birini yapıyordu.


Bu blogdaki popüler yayınlar

Vincenzo Montella Mucizesi

Milli takım teknik direktörlüğü koltuğu, futbolun her döneminde o koltukta oturan kişi için ağırlık teşkil eden bir koltuk olmuştur. Bir bayrağı temsilen o koltukta bulunmanızla başlayan süreç, kulüp takımı görevinin görev kapsamından bağımsız pek çok zorluğu beraberinde barındırır. Milli takım görevi, Dünya futbolunda geçmişten beri tecrübesi yeterli ve insani becerileri gelişmiş, kulüp takımlarındaki özgeçmişi geçerli kişilere verilirdi. Kulüp takımları bazında beklentilerini yerine getirmiş, amiyane tabirle bu bağlamda kramponlarını asmış isimler Milli takımlar dünyasına giriş yapar, bu görevi kendileri için yeni bir meydan okuma olarak görürlerdi. Bu meydan okumanın, bu görevin ağırlığıyla eşleştiği temel nokta, kendini kanıtlamış isimlerin bir ülke futbolu yönetilirken bu ağırlığı daha kolay süspanse edebilecek isimler olmalarıydı. Zira kadroya dahil edilecek isimlerden tutun, ortaya konulacak oyun fikri, alınan sonuçlar ve bunun benzeri pek çok husus hem bulunulan ülk...

Fransa 1984: Platini'nin Turnuvası

Fransa Milli Takımı, son 20 yılın en başarılı ve istikrarlı takımlarından belki de ilki... Son yıllarda yaptıkları atılımlarla Dünya Futboluna sayısız genç futbolcuyu kazandırarak, futbolcu yetiştiriciliğindeki önder futbol ülkesi olmayı başaran Fransa, özellikle modern futbolu ihtiyacı olan atletizmi, oyun görüşü ve oyun aklı ile birleştiren oyun anlayışına uygun futbolcular yetiştirdiler, bu sayede de üst üste turnuva başarıları elde ettiler. 1998 Dünya Kupası ile başlayan 26 yıllık süre içerisinde, girdikleri 14 turnuvada 2 Dünya Kupası ve 1 Avrupa şampiyonluğu yaşadılar. Bunun dışında 2 Dünya Kupası finaline ve 1 Avrupa Şampiyonası finaline de adını yazdıran Fransa, bu süreçte Zinedine Zidane, Thierry Henry, Marcel Desailly, Franck Ribery, Karim Benzema, Didier Deschamps, Patrick Vieira, Antoine Griezzman gibi oyuncuların dışında, son jenerasyonun lider oyuncuları Kylian Mbappe, Aurelien Tchouameni, Eduard Camavinga gibi oyuncuları da Dünya futboluna kazandırdılar. Çok ...

"Bir Kupa Hocası": Simone Inzaghi

Dünya futbol tarihinde bazı teknik adamlar ucu kupaya giden turnuva yollarını diğerlerinden iyi yürürler. Bu teknik adamların kilit özelliklerini reaksiyon becerisi ve soğukkanlılık olarak nitelemek mümkündür. Özellikle çift ayaklı elemelerde 90 dakika üzerine kurgulanan plan kadar, 180 dakikalık yapılan bir program da takımı başarıya götürebilir. Özellikle elinizde beklentilerin nispeten düşük olduğu kulüpler olduğunda, eşleşmeleri kazanmaya dair pragmatik ve akılcı çözümler sizi başarıya götürüyor. Bunun en önemli örneklerinden biri de, bu sezon Şampiyonlar Ligi finaline uzanan Inter. En son 2010/11 sezonunda Son 16 turunun ötesini gören Inter, geçtiğimiz 12 sezona bir de UEFA Avrupa Ligi finali sığdırmış olsa da, 2009/10 sezonunda Mourinho önderliğinde yaşadıkları peri masalını tekrarlama noktasında yetersiz kalmışlardı. 2018 ve 2021 yılları arasındaki o üç sezonda değil Kupa 1'de ilerleme kaydetmek, gruptan çıkmayı bile başaramamışlardı. 2021 yılında Antonio Conte...